Öykü: Nasırsız
– I –
Yüzlerce tek kişilik yaşam kabini içeren dev yaşam ünitesinin her koridorunda; onar tane yemek, içecek ve iletişim otomotiği bulunuyor. Kentteki bankalara bağlı olan bu otomatlardan, ünite içerisinde yaşayanlar, ilgili ihtiyaçlarını, parmakizi ve göz kontrolü sonrasında yaptıkları ödemelerle gideriyorlar.
Gündüz; iletişim otomatiğinden gazetelere girerek, ekranda içeriğine ulaştığı tüm gazetelerinde, aynı habere öncelik verdiğini görünce, günlerdir beklediği şeyin geldiğini anladı. Uzun süredir tembelliğini mayalayan stresinin yerini, içinden yükselen ürpertiyle boğazına düğümlenen bir heyecan ve merak aldı. Önce gazetelerden birini yazdırmayı düşündü, fakat vazgeçti. En iyisi gidip görmekti. Gazetelerini kapattığında, kişisel mesaj bildirim kutusu üzerindeki yeni ileti geldiğini gösteren uyarıyı fark etti. İçeriğini biliyordu, bu nedenle iletilerine de bakmadan asansöre doğru ilerledi.
Asansörün içerisinde katlarla beraber heyecanı da yükseliyordu. Kapı açıldığında, yaşam ünitesinin yapay bir göl ve çevresindeki yeşil dokunun üstüne dağılmış çok sayıda insanın bulunduğu bahçesine vardı. On dönümü aşkın bir alan üzerine kurulu ünitenin sosyal tesisleri burada; yani çatı katındaydı. Yönünü değiştirmeksizin hızla dümdüz ilerledi. Kenti kuş bakışı izleyen, çevresi cam duvarlarla çevrili büyük kafeteryaya girdi. Göz alabildiğine benzeri üniteler ve fabrikalarla dolu kent; bulunduğu terasın suni doğallığından uzak, yapay gün ışığının aydınlatamadığı bir griliğe gömülü bir şekilde, bacalardan yükselen dumanlar ve her bir yandan ilerleyen toplu taşıma ya da yük konvoyları olmasa da olmasa neredeyse terk edilmiş ya da doğal dokunun öldüğü bir yer görünümündeydi.
Bu manzaraya eklenmiş tek şey, askeri bölgenin, normal zamanda boş olması gereken kıraç arazisinin üzerine çöreklenmiş dev uzay gemisiydi: “Kahramanlar III” kente dönmüştü!
Daha önce hiç bakmadığı oranda dikkatli bir şekilde, devasa geminin her bir köşesini, kıvrımlarını gözleriyle taradı. Eliptik gemi, gölgesine karışmışçasına kara, ismi gibi heybetli ve büyüklüğü kadar uzaktı…
Yeni hiçbir şey görmemiş ve öğrenmemiş olmasına rağmen, kendisini biraz daha rahatlamış hisseden Gündüz, geldiği yoldan bu sefer ağır adımlarla dönerek, ilk gördüğü iletişim otomatının başına geçti. İletilerini ekrandan okumasının kağıt tasarrufu açısından iyi olacağını belirten öneriyi atlayıp, “yazdır” komutuna dokundu. Makinenin çıkardığı kağıtlardan biri Askeri Eğitim Merkezi’nden, diğeri annesindendi. İkisi de aynı cümleyle başlıyordu: “Yirmi yaşına gelmiş her sağlıklı gencimiz gibi sen de asker oldun!..” Her iki ileti yine aynı cümleyle bitiyordu: “İşlemlerini yaptırmak için, önceden aldığın evraklarla en kısa sürede Askeri Eğitim Merkezi’ne gitmelisin.”
Ünite içerisindeki küçücük kabinine gitmek amacıyla asansöre binen Gündüz, yanındakilerin varlığından habersiz mırıldandı: “Yapacak başka bir şey de yok!…”
– II –
Bazen dağların üstümüze devrileceğini, vadinin dibindeki cılız derenin, tüm vadiyi boğacak kadar yükseleceğini düşünüyorum. Aylardır hiçbir şeyin değişmemesi, beni manzara değişikliği anlamında çok daha köklü çözümler kurmaya itiyor ama boşuna!.. Kahramanlar III’ün döndüğünü öğrendiğim günden sonra sadece üç günüm sivil geçti. Annem, babam ve kardeşlerim eşliğinde, koşuşturmaca içerisinde geçen bu günlerin tek sivil yanı kıyafetlerimdi demek daha doğru olur. Dördüncü günün sabahında giydim kamuflajları. Sırtımdan sadece yatarken çıkartabildiğim çantamı da o gün aldım.
Kahramanlar III’ün içerisi, rütbeli personel için olan kısımlar, yemekhaneler ve yatakhaneler sayılmazsa birbiri ardına sıralanan dağlar ve derin vadilerle kaplıydı… Ya da aynı yerin birkaç çeşit versiyonu var diyebilirim… Zaten Kahramanlar III, askerleri isyancı bir gezegene taşıyan bir uzay gemisi olmasının yanı sıra, askeri eğitimin verildiği bir eğitim merkeziydi. Bu nedenle dev uzay gemisinin içi, askerlik görevimizi yapacağımız yer olan Akdiyar’a benzetilmiş, gezegenin doğa ve iklim koşulları bir anlamda simüle edilmişti.
Gemide kaç tane acemi askerin olduğunu bilmiyorum, fakat pek çoğunun okul yıllarındaki uzay istasyonu gezilerini saymazsak ilk defa yerküreden ayrıldığını biliyorum… Yani tıpkı benim gibi… Yolculuk yerine zorlu bir eğitim programına, uzayda ise isyancı bir gezegene düşmüştük!…
– III
Sağlık Subayı Metin Özel içeri girdiğinde, ilaçların etkisinden sıyrılmaya çalışan belleğim; uyanık kalmaktan yana keskin bir karar alarak, uyku ile uyanık olma arasında tercihini yaptı. Duyduğumu bile kavramadan, her sabahki rutin soruyu yanıtladım: “Evet Komutanım; bugün daha iyiyim…” Gerçekten de daha iyi hissediyorum kendimi. Metin Komutan her zamanki samimi tavrı ile serumuma bir şeyler karıştıran cihazları kontrol ediyor, yeni karışımlar ve dozlar programlıyor. Dağ, bayır dolaşma anlamına gelen görevlere, görevlerde olası çatışmalara katılmayan Asteğmen Metin Özel, diğer rütbelilerin soğuk yanığı, sert simalarına benzemeyen; bembeyaz ve güleç bir yüze sahip. O benim gibi görevlerden arta kalan enkazlarla ve yeni gelen uyumsuzlarla uğraşıyor daha çok….
– Yeni dönem geleli kaç gün oldu Komutanım?
– Yaklaşık bir hafta…
– Yani eve dönmeme beş ay üç hafta var desenize! Sizce daha ne kadar yatarım burada?
– Sana bağlı. Yarın da çıkabilirsin buradan, bir ay sonra da…
– Hiç çıkmamayı tercih ederim!
– Artık sen göreve çıkmazsın. Birlik içerisinde geri görevlerden birine verilirsin.
– Bu, askerliğim boyunca aldığım en güzel haber!… Bir an önce yataktan çıkmamda sakınca yok yani…
– Yok elbette… Hatta bunu ne kadar erken yaparsan, ailenle canlı bağlantı kurman da o kadar erken olur. Biliyorsun; görev sırasında yaralananlar, iyileşene değin aileleriyle canlı bağlantı kuramıyorlar…
– Biliyorum… Onların üzülmemesi için. Düşmanın beni yaralamasına üzülüyorlar da, kendi komutanlarımın bana iletişimden men cezası vermiş olmasına (onlara bu söyleniyor) üzülmüyorlar!…
– Sen bunları düşünme… Dinlenmende fayda var… diyen Metin Özel çıktıktan biraz sonra, uyum eğitimindeki yeni gelen askerler, revirdeki yatağımdan görebildiğim; Akdiyar’ın koşullarına adapte edilmiş helikopterlere askerlerin verdiği isim olan Uzay Böceği pistinde toplandılar. Onları daha iyi görebilmek için, biraz doğrulmam yeterliydi. Küçücük bir kol yardımla kolayca dikleşen yatağımdan eğitim alanını seyretmek, ilk kez yaptığım bir şey değil. Daha önce de revire gelmiştim…
– IV –
Gökyüzüne bir sınır çizercesine, çepeçevre yükselen kayalık bir kabuğun sarmaladığı yüksek rakımlı sıra dağların, keskin doruklarının neden olduğu bir yırtılma sonucu, gökyüzü vadiye dolmuş gibiydi. Bu nedenle; berrak rengiyle ve sınırsızlığıyla orantısızlıkta kat be kat fazla özgürlük ve sonsuzluk duygularını, her türlü hayal gücünün zorladığı düşleri besleyen gökyüzü; bu vadide, günlerce berraklığını yitirerek, kurşuni bir renge bürünüp, ağırlık hissi olup, çöküveriyor yaşayan her canlının üstüne…
Belki de bu yüzden, zamanın akışı sanki daha yavaşlıyor, bu vadinin dışına çıkmamışların, çıkıp da çıktığı anların gerçeklik hissini kaybetmişlerin bilincinde varlığını tamamen yitiriyor. Zaman; yan yana, ardı ardına sıralanan dağların yüceliğinin ve geçilmezliğinin gölgesinde kalıyor… Mevsimlerin soğuk veya sıcak olan döngüsü; erkeni ile geci ile, ilki ile sonu ile tüm baharları yok sayıyor. Sadece vadinin dibinde, kendi haline bırakılmış bir dinginlikte akan ırmak; renk değiştirmesi, coşması veya donması, yanıboyunda beslediği bir tutamlık yeşilliği sayesinde, akan bir şeylerin varlığını, sanki ait olmayıştan kaynaklanan bir utanmışlık gibi kıvrıla büküle mecrasında ilerleyerek anımsatıyor…
Sabır törpüsü bu durgunluğa inat, tüm bilinçleri ve benlikleri ile, ilk gelenlerinden son gelenlerine değin zamana teslim olmuş üç yüze yakın genç, tek elden çıkmışçasına benzer dağların, en zorlu ve en yüksek iki zirvesinin tam arasında; dağlara karşı çaresiz, ne var ki vadiye hakim bir noktada kurulu üs içerisinde yaşıyor.
Onlar; sunilikten beslense de masmavi bir göğün altından gelmiş, zengin ve güçlü bir medeniyetin, zenginliğinin ve güç gösteriminin kaynağına düşmüş askerlerdi.
Yıl içerisinde iki kez yükümlülüklerini; kendi tabirleri ile “her şeye rağmen sağ kalarak” tamamlayıp, gitmeye hak kazananlar uğurlanır, yerlerine gelenler, aynı elde olmayışın, başkalarında da görülmesinin beslediği duygularla karşılanır…
Bu devinim; yani yerini bir başkasına bırakma, geçen zamanın, bir gün sıranın kendilerine de gelecek oluşunun en önemli göstergesidir.
“Lanet yerden gitmek de var!”lar, “yeni gelmiş olmak da vardı”larla beslenir, “hiç olmazsa bir dönem kaldı” olur…
Birliğin kıdemli askerleri, üsde ve üse hakim civar tepelerde, önem ve risk derecesine göre bir kişiden bir time değin nöbet tutar, düzenli periyotlarla arazi ve yerleşim birimleri arama görevlerine çıkar, yeni gelenler ise “uyum eğitimi” adı altında bir aşamayı geçmek mecburiyetinde kalır.
Uyum eğitimi, usta askerlikten daha zordur.
-Zor olacak!… Çünkü sizleri ailelerinize, sevdiklerinize, hatta sevmediklerinize aldığımız gibi sapasağlam teslim etmeyi istiyoruz. Bu nedenle yapacaklarımıza ve yapabileceklerinize en çok kendiniz şaşıracaksınız!… demişti bölükleri belli olur olmaz tim komutanları.
Her türlü kabullenmişliğe, alışmışlığın kolaylığıyla sindirmişlerdi bu ve benzeri daha birçok sözü. Onlar; ne kadar çok şeyi kabullenip benimserler ise, o kadar ağırlaşıyordu omuzlarındaki yük.
Ne var ki; bu gerçeklik, herkesin aynı dayanıklılığı gösterebileceği anlamına gelmiyor. Daha bir önceki gün; günün dayanılmazlığının ve eğitiminin bittiğini sandıkları, çamurdan arındırılmış tek yer olan uzay böceği pistinde toplandıklarında, yeniler bir kişi daha fazlaydı. Şimdi, hizmet binasının en üst katındaki revirde bulunan tek asker de, onların yanındaydı.
Tüm yorgunluklarına rağmen, dinç ve düzenli bir görünüm verme uğraşı, asıl gücünü, eğitim komutanlarının gelip “serbest!” oldukları emrini vereceği beklentisinden alıyordu. Artık bunun olmayacağını biliyor: Aynı anda eğitim komutanının abartılı bir gürlük ve sertlik taşıyan sesini duydu:
-İstikamet sağınız! Dağılın!…
O da, arkadaşlarının (pek çoğunun henüz adını dahi bilmezken) yanındaymışçasına çaresizlik içinde bedenini saran bir burukluk duyuyor.
Koşuyorlar… Sağ istikametlerinde bulunan, karla kaplı yol boyunca…. Dizlerine değin yükselen çamur rengi onlarca çukur açarak koşuyorlar… Düzenli olarak salıverdikleri buhar olan nefeslerinin ardı sıra, yumuşacık bir zeminde ilerlemeye tezat, soğuk bir metale sürtünüyormuşçasına bedenlerini katılaştıran ve ürperten ve dahası zorlayan koşuları, hizmet binasının sol cephesinde yer alan tepenin eteğinde sona eriyor.
-Duuuuurrr! Emrini işitince, o da arkadaşları gibi nefesini tutuyor…. ama haykırma hazırlığından çok, kulak kesiliyor:
-Komando!… Komando!… Komando!… haykırışları vadide yankılanıyor.
“Dünden daha kontrollü ve gür bağırdılar” diye düşünüyor. Fakat eğitim komutanı aynı fikirde değil:
-Duymuyorum!
“Bilinçli olarak yapıyor” diye geçiyor aklından, arkadaşları buna da hazırlıklı.
-Komando!… Komando!… Komando!…
Bu seferki yankı daha da güçlü. Komutan, yine benzer kayıtsızlıktaki bir ses tonuyla:
-Son bir dakika! Diyor…
Aynı parkur, bu sefer geri koşulmaya başlanıyor. Arkadaşlarıyla olan düşünce birliğini kaybediyor. Biraz daha aşağıya çekiyor bedenini, yatağında… Kulağında aynı uğultu:
“Komando!.. Komando!… Komando!…”
“Komando oldun tanrım!” diyor kendi kendine: “üstelik ilk gün, son bir dakikaya dayanamamışken….”
– V
Çıktığım ilk görev değildi ama diğerlerinden farklı olduğunu hissetmiştim. Bunu anlatması zor. Belki de ben, tüm olanlardan sonra, bilinçaltımdaki kimi olguları, buna işaret olarak yorumlayıp, kendimi inandırmıştım.
Her şeyden önce; ilk defa bu kadar çok askerin göreve çıktığını görmüştüm. Konaklama bölgemizin çevresinde, pek çok ayrı birliğin de konakladığını görmüştüm. Diğer taraftan, hava koşullarının gün be gün ağırlaşmasına rağmen, dönmek ya da uygun bir yerde havanın düzelmesini beklemek yerine, sürekli olarak arazide ilerliyorduk. Yani bir şey ya da birilerini arıyorduk.
Aradıklarımız da boş durmamış, bizi beklemişti. Uzun süre yanından ilerlemeyi tercih ettiğimiz bir kayalık ve yoğun bitki örtüsü olan bir alana mecburen girmek zorunda kalmış ve pusuya düşmüştük!
Çığ nedeniyle rotamızı değiştirip, ormana dalmıştık. Birlikteki askerler, birbirini kaybetmemek için yürüyüş mesafesini iyice azaltmıştı. Geceyi daha da karartan dalların altında, yaprakların arasında kaybolmak korkusundan başka bir şey düşünemezken, bir anda müthiş bir patlama oldu!… Daha sonra birbiri ardına aydınlatma fişekleri ateşlendiyse de, kimi ağaç dallarından döndü, dalları aşanların bize faydası olmadı. Silah seslerinin çığlıklarla yoğrulduğu yerden uzaklaşabilmek için, can havliyle atladığım yerden sürekli kayarak yuvarlanarak geri gitmeye çalışıyor, karartıların olduğu ve silah seslerinin geldiği yöne doğru ateş ediyordum.
Onca eğitim çalışması, günler geceler boyu anlatılanlar belleğimde birbirine dolanmıştı ve ben ne yapacağımı bilmiyordum…
Üzerimdeki mühimmatı kontrol ettim. Ateşi sürdürmeye devam edip etmeyeceğime karar veremiyordum. Karanlıkta böcekler bile susmuştu ve sadece tek tük silah sesi duyuluyordu. Her şey bir anda olup bitmişti ve silahımı kullanmamın bana ateş edilmesi için yerimi belli edeceğini düşünüyordum. Yuvarlanırken toparladığım karları el yordamıyla silkeledikten sonra, mataramı kullanmak yerine bir avuç karı ağzıma attım… Üşüyen ellerimi silahımın atım yatağına bastırarak ısıttım. Derin bir sessizlik gecenin üstüne çöktü. Belki de kısacık olan bu sessizlik, bana çok uzun gelmişti. “Çatışma bitti mi acaba?” diye sordum kendime. Eminim o an çevrede siper tutmuş ne kadar canlı varsa aynı soruyu sormuştu… Çatışma öncesinde ve çatışma esnasında neler yapmamız gerektiği hep anlatılırdı bizlere, fakat çatışmadan sonra ne yapılacağını bir türlü hatırlamıyordum. Yerimden çıkmaya hiç niyetim yoktu ama bu yerde bırakılmaktan da korkuyordum. Bu sırada künyem aklıma geldi. Bileğimde bulunan dijital künye, benimle ilgili tüm bilgilerin yanı sıra, timdeki diğer arkadaşlarımla irtibat kurmamı da sağlıyordu. Künyemin küçük ekranı; görev sırasında tim arkadaşlarımın yerlerini de gösteriyordu. Arkadaşlarımın, yaklaşık elli metrelik bir alan içerisinde ikişerli ya da üçerli gruplar halinde olduğunu, ekrandaki kırmızı noktalardan anlamıştım. Saydığımda dört kırmızı noktanın eksik olduğunu anladım. Yani dört kalp artık atmıyordu. Akdiyar’da hep ölüm hatırlatılıyordu bize ama ilk defa ölümle burun buruna gelmiş ve daha birkaç saat önce yanımda olan birilerinin artık öldüğünü biliyor olmak, beni çok sarsmıştı… Neden bilmiyorum ama öleceğime inanmıştım! Bu yaşananlar başlangıçtı, belki birazdan, belki de günler sonra ben de ölecektim! Sanki ölmek istercesine ayağa kalktım ama bu en çok yaşıyorum demekti aslında… Bağırıyordum da aynı şekilde… Beni vurabileceklerine aldırmadan, gittikçe hızlanarak ayakta yürüyor ve bağırıyordum: “Yaşıyorum! Buradayım!…”
Sonra kanlar gördüm, beyaz olması gereken kar, kırmızıydı… Rengi seçemiyordum ama yer kanlıydı ve kıpkırmızıydı…. Ölümü bilmek böyle bir şey; etrafta izleri var, görmesen de yanında olduğunu biliyorsun… Sonra iki ceset gördüm. Kıyafetleri kamuflaj değildi. Yani bizden değillerdi, düşmanlardı… Hiç onlardan kimseyi görmemiştim. Eğitim kasetlerinde itirafçılar vardı ama bizler, onların eğitim kasetleri için rol yapan bizden kimseler olduğuna inanırdık… Nedeni çok basit, üstelik tüm eğitimin amacı ve özeti bu: Hiçbir düşmanı sağ bırakmaya gerek yoktur!
Bunlar da ölüydüler. İlk anda algıladığım gibi iki değil, üç kişiydiler. Üçüncü sanki diğerlerinin bedenlerini siper yapmışçasına altta kalmıştı. Üstelik kadındı… Hem de güzel bir kadın… Düşman güzel olmaz, olamazmış gibi bir önyargımın olduğunu o an anladım. Düşmandı ve güzeldi. Beresi düşmüş, uzun saçları yüzüne serpilmişti. Onu daha iyi görebilmek için üzerindeki cesedi ayağımla yana devirdim ve biraz eğildim. O esnada nefes aldığını anladım!.. Ölmemişti!
Onun yaşıyor oluşu, çevremdeki her şeyi canlı kıldı. Nefes aldığını anladığımda ona ateş edip öldürebilirdim ve o zaman ben yaşamaya devam etsem de her şey ölmüş olurdu. Ben onu öldürmek yerine donmasın diye çantamdan çıkardığım ısı tabletlerini yutturdum. Vücuda ısı veren bandajla, rastgele her yanını sardım. Künyeme baktığımda birliğimin toparlandığını anladım.
İlk bizi fark ettiklerinde, onu bizden bir yaralı sanmışlardı. Erkek olsa, belki çoktan ölmüştü. O hem kadındı, hem de onu ilk ben bulmuş ve öldürmemiştim… İlk önce kimsenin tepki vermediği, nasıl yorumlanacağını bilmediği bu durum, daha sonra bir kahramanlık olup çıktı! Çatışma sonrasında; arkadaşlarımı öldürmüş bir düşmanı, donmaya terk etmek yerine, öldürmek yerine, yaşatmıştım. İşte biz böyle iyi ve asil duygular taşıyan savaşçılardık…
Ama ben ilk o gece söylemeye başladığım sorulardan, daha sonra bir türlü kurtulamadım: “Bizim burada ne işimiz var?”… “Neden savaşıyoruz!”…
– VI –
– Asıl düşman sizsiniz! Kendi topraklarını savunanlar bizleriz… Ezilen, sömürülen de bizleriz….
– …………….
– Burada savaşıyorsunuz, çünkü barış ve refah içerisinde yaşadığınız gezegeninizde, bizlerin madenlerini, enerji kaynaklarını kullanarak, hak etmediğiniz bir bolluk içinde yaşıyorsunuz. Bizlerin çocukları ise, kimyasal silah yaparız diye ilaç dahi göndermediğiniz için, en basit hastalıklardan bile kırılıyor….
– Bana bunları neden anlatıyorsun!… Kendi isteğimle gelmedim…. savaşmak da istemiyorum! Savaşçı olsaydım, sen şimdi benimle konuşuyor olmazdın…
Son söylediğime kızacağını düşünmüştüm ama o bana yanıt vermedi. Aslında ikimizin de öfkesi birbirimize değil, bizleri bu cephede karşı karşıya getirenlereydi… Fakat yüz yüze kalan bizdik.
Bense onun yüzünü ilk gördüğümde, bir çatışma sonra, arkadaşlarının cesetleri arasında delirmek üzereydi. Yaşam ondaydı; soğuktan donabilir ya da hesapsız bir kurşuna hedef olabilirdi. Ben mi onu, o mu beni kurtardı bilemiyorum! Onu kurtardığım için kahraman ilan edilen, örnek asker seçilen ben, aynı şeyi ikinci defa yaptığım için vatan haini olmuştum!!!
***
Kışlaya döndüğümüzde, ben revirde tedavi altına alınmıştım. Ona ne olduğunu ise çok merak etmeme rağmen bilmiyor, kimseye de sormaya cesaret edemiyordum. Yeni görevimin ne olduğu henüz belli olmamıştı. Hala revirde kalmama rağmen, özellikle yemek öncesi veya sonrası, yemekhanenin yanı sıra, kışlanın bitişiğinde bulunan ve hem askeri hem de sivil amaçlarla kullanılan tren istasyonunun çevresinde, göze batmayacağım, ayak altında olmayacağım yerler bulup; gideceğim günün hesabını, gittikten sonra yapacaklarımın planlarını kuruyordum. Trenler; yerküreden gelenleri Akdiyar’a, Akdiyar’dan gidenleri yerküreye dönmek üzere, askeri bölge içerisinde kalan uzay istasyonuna taşıyordu. Bu hareketliliği seviyor, üstelik gidip gelen lokomotif ve vagonları izlemekten hiç sıkılmıyordum…
Özellikle trenleri seyrettiğim ve çevredeki her şeyle irtibatımın koptuğu bu anlar, geldiğimden beri hep eksikliğini hissettiğim huzur bulduğum kısıtlı zaman dilimleriydi… Kışlada, rutin eğitim ve gündelik ihtiyaçları gidermeye yönelik çalışmalar yapılıyor, bazen eğlenceli anlar, bazen de kavgalar yaşanıyordu askerler arasında… Fakat o günkü durum çok farklıydı…
Öğle yemeğinden çıkmış, sigara keyfi yapıyordum. Mutfağın bulunduğu kısımdan önce silah sesleri geldi. Hemen büyük bir yaygara başladı… Silah sesleri, beni, aklıma getirmekten özenle kaçındığım o geceye yeniden döndürmeye yetmişti… Yine korku ve şaşkınlıkla bulunduğum yerden çıktığımda, o gece yarım kalan şeyin üzerime doğru geldiğini gördüm!…
Çelimsiz bedeninden beklenmeyecek bir çeviklik ve hızla, koşarak üstüme geliyordu. Onu ilk gördüğüm andan bile daha zayıftı… Donmak üzere olduğu o anda bile yüzü bu kadar soluk ve morarmış değildi… Kaç gündür uyumadığını anlamak zor değildi. Herhalde düşündüklerim bunlar olmuş ki, sadece bunlar aklımda kalmış.
Sonrasında o yine yanımdaydı. Önümde durdu. Gerisinde bir sürü koşan ve dengesizce sağa sola ateş eden askerler vardı. O kadar kısa bir an durduk ki, sonra beraber yeniden koşmaya başladık… Onu, tren istasyonunun ve askeri birliğin çöplerinin kestirmeden çıkartıldığı, resmiyette olmayan bir kapıdan dışarı çıkarttım. Yüzlerce vagonun arasında gözden kaybolduk… Neden yaptım bilemiyorum ama onunla birlikte ben de kaçtım…
– Hiçbir şeyden kurtulduğum yoktu! Beni soğuk hava deposunda, yüzlerce kiloluk etlerin asılı bulunduğu çengellerden birine astılar! Günlerce orada kaldım… Sadece sorgu için dışarı çıkarıldım. Günde bir öğün, tek bir kap veriyorlardı.
– ……………………….
– Buz gibi bir odada, bir hayvan leşi gibi çengele asılı kaç gün dayanabilirsin?… Sorgularda yediğim dayaklar ve uğradığım tacizler de cabası!….
– ……………………….
Bunları anlatırken kocaman gözlerini kısıyor, soluk yüzü ağır bir yükün altındaymışçasına kızarıyordu. Ağladığını görmedim hiç ama bu ateşlenme anları, çoğunlukla bir kenara yığılıp kalmasıyla bitiyordu. Akşam yemeğine malzeme almak için soğuk hava deposuna gelen askerleri gafil avlayarak kaçmış, yaşam onu yine bana getirmişti… Onu dışarı çıkarmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu!….
– VII –
Uyandığımda, revirdeki odama hiç benzemeyen ama yine ilaç kokan bir odada buldum kendimi. Nerede olduğum ve zamanla ilgili tüm algılarım sıfırlanmış gibiydi. Sonra içeri Metin Özel ve tanımadığım bir yüzbaşı girdi. Yatağımdan doğrulmak istedim, sağlık subayı sert bir şekilde beni yatağa geri iteledi. Nabzımı ve gözlerimi kontrol edip, iki ayrı tableti yutmamı istedi. Suyum biter bitmez, yüzbaşı kontrol koluyla yatağı dik hale getirdi.
– Epeydir dinlendin… Zaten bir işe yaramıyorsun, hiç olmazsa mutfakta çalış! Dedi ve ekledi:
– Soğuk hava deposuna girmen kesinlikle yasak!
Yüzbaşı, odadan çıkarken ben de yataktan inmiştim. Kapı kapanır kapanmaz Metin Asteğmen’e baktım, gözlerini benden kaçırdı. Anlamlı bir soru için birkaç dakika düşündükten sonra:
– Neler oluyor Komutanım? Diye sordum şaşkınlıkla…
– Sen eğitimin son aşaması olan görev simülasyonunda elendin. İki tercihini de düşmandan yana kullandığın için, cephede değil, yemekhanede görevlendirildin….
Hiçbir anlam veremiyordum, benliğimdeki bütün gerçeklik hissi darmadağın olmuş, ben neyi nasıl yorumlayacağımı şaşırmıştım…. Tek bir söz söyleyemedim.
Aylardır patates ve soğan soymaktan nasır tutmuş ellerime baktığımda, sadece Metin Özel’in odadan çıkarken söylediği cümleyle avutuyorum kendimi:
-Senin nasırsız bir kalbin var….
Çok güzel bir hikaye..Çok beğendim..
Sömürgeci acımasız insanlara karşı her çağda karşı çıkacak insanlar olacaktır.