Tragedia

Prolog
Eskiden duymuştum; birini öldürürsen seni katil olarak görürler, birkaç milyonu öldürürsen büyük komutan ve savaş kahramanı olarak… Biliyorum hikayenizin kötüsüyüm. Kesinlikle reddetmiyorum. Çok masumun canına kıydım. Görevim veya mesleğim eylemlerimi haklı çıkarmıyor. Klişe olmayacağım, kişisel çıkarlarım olmadığının farkındasınız. Vatanım için yaptığımın farkındasınız. Sonuçlara bakarsak büyük başarı elde ettim. Hepinizi kurtardım, yine de benden nefret ediyorsunuz.
Pekala… Nefretinizi körüklememe izin verin. Oppenheimer değilim. Yaşananlara dair hiçbir pişmanlık hissetmiyorum ve başımı koyduğumda rahatça uyuyabiliyorum. Beynimin içinde ağlayan bebekler, çığlıklarla kaçışan çocuklar yok. Ölüm oldum, dünyaların yok edicisi… Bununla gurur duyuyorum.
Zamanında Hitler’e soramadığınızı soruyorsunuz: “İnsan nasıl bu kadar cani olabilir? Vicdanın hiç mi sızlamadı?” Cevabı öğrenmek istemiyorsunuz. Savaş sığınağımda siyanür içip beynimi uçurmamı tercih ederdiniz. “Ya çok sıradan bir sebebi varsa… Ya hepimiz onun yaptıklarını yapabilecek potansiyele sahipsek…” Belki içten içe bunu istiyorsunuz. Her sinirlendiğinizde, kapitalizmin kafakola aldığı hayatlarınızdan sıkıldığınızda… Müşterilerinizi mi öldürmek istiyorsunuz? Veya ailenizi, sokaktan geçen herkesi?..
Korkularınızla yüzleşmeye hazır olun çünkü sebebi çok basitti. Buna Oidipus Kompleksi’nin özelleşmiş aseksüel bir versiyonu diyebiliriz. (Üzgünüm ihtiyar Sigmund, her hikaye senin şehvet organına dayanmıyor.) Belki bir çeşit Karşıt-Hamlet demek daha uygun olur. (Üzgünüm ihtiyar Willy ama her hikaye senin hınzır mizahına, romantizmine ve onur anlayışına da uygun değil.) Belki kısaca delirdiğimi söyleyebiliriz. Edgar amcanın dediği gibi duyularım fazla keskinleşmiştir.
Ne olursa olsun, trajedim merakınızı gidereceği gibi ürpertici gerçekle karşı karşıya gelmenizi de sağlayacak. Sonuçta korkunun ecele faydası yok.
1. Perde: Asım Hiçoğlu Doğuyor
Sahne 1
2019’un aralığında, soğuk bir günde dünyaya gözlerimi açtım. Soğuğu unutmayın çünkü makus talihim yüzünden peşimi hiç bırakmadı. Henüz on yedi yaşındaki annem, seçilmiş kişiyi dünyaya getirdiğinin bilinciyle ıstıraplı çığlıklar atıyordu. Beni sarıp sarmalayıp kucağına verdiler. Yavrusunu hafifçe kaldırdı, gözlerime bakarak şöyle dedi:
-Senden nefret ediyorum, babandan da… Keşke ölseniz, hatta var olmamış olsanız!
Dediklerini anlayacak bilinçten yoksunsam da, ifadesi her şeyi ortaya koyuyordu. O suratı unutamadım. Nefret dolu bakışları kabuslarımın bir parçası olmayı bırakmadı. Böylece derhal annemin kucağından alınıp çocuk esirgemenin yolunu tuttum. O da zorlu doğumun ardından son nefesini veriyordu. Sonraki üç sene pek bir şey olmadı. Saçlarımla gözlerimin çirkin kahverengisi, bitmeyen ağlamam… Beni evlat edinmek istemiyorlardı. Sonunda Mehmet’le tanıştım.
Sahne 2
Uzun yaşamımda beni gerçekten seven tek kişiydi. İnançlı Müslüman, gerçek vatansever… Çalışmasına gerek kalmayacak kadar parası vardı, kimsesi yoktu. tüm zamanını benimle geçirirdi. Zekamı fark eden oydu. (Belki Çocuk Esirgeme’deki bakıcılar fark edip üzerine gitmemiştir.)
Beş yaşıma geldiğimde okuyup yazabiliyor, daha önemlisi okuduklarım hakkında Mehmet’le tartışabiliyordum. Ondan nasıl entelektüel ve vatansever olunacağını öğrendim, bir de risksiz kazanamayacağımı…
Mehmet’in tek hobisi babaannesinden kalma iskambil destesiydi. Onlarla her oyunu öğrenmişti. Arkadaşlardan hoşlanmadığından yalnızca internette oynayabiliyordu. Antika desteyle oynayabileceği sadece bendim.
Papaz kaçtı gibi basitlerle başladık. Yirmibir aslında temel hayat dersinin girişiydi. Tavla ustaları bilirler ki açık vermemeye çalışırsan kaybedersin. Yirmibir de böyleydi. Garantilemeye çalışırsan, risk almazsan muhtemelen kaybederdin. Dost kazığında kimseye güvenmemeyi öğrendim. Poker sayesinde karşımdakini manipüle etmeyi… Yine de başat, risk almaktı. Yoksa kaybederdin.
Velhasıl, 2025’in ortalarına kadar güzeldi. Sonra babamla tanıştım. Böylece zekamın nereden geldiğini anladık.
Sahne 3
Babam, tarihteki en büyük hacker olmasının dışında muhtemelen en düz şerefsizdi. Çocuk Esirgeme’nin sistemine sızıp Mehmet’i buldu. Öylece kapımızı çalıp şöyle dedi:
-Merhaba. Ben Asım’ın babasıyım.
Yani… Tamam. Bu tuhaf değil mi? Belli ki Mehmet için yeterince tuhaftı. Yumruk yemişe döndü. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Babam olup olmadığını hiç düşünmemiştim. Diğer çocukların anne-babaları vardı, bende de Mehmet… Adildi. Kendimize geldiğimizde ilk cümlem şu oldu:
-Bir babam mı var?
Mehmet samimi adamdı. Dönüp şöyle dedi:
-Görünüşe göre varmış.
Bana sarılmasına izin vermedi. Onu odaya çekti, az sonra bağrışıyorlardı. Anladığım kadarıyla yıllarca beni arayan babam oğluyla vakit geçirebilmek istiyordu. Mehmet ise ona güvenebileceğinden emin değildi. Babam, sonunda para karşılığında benden vaz geçti.
İkinci ziyareti gece yarısıydı. Kapıyı zorlayarak açtı, Mehmet’i öldürüp bahçeye gömdü ve uyuyor olması gereken beni kucaklayıp karavanına yollandı. Uyumuyordum. Tuvalet için kalkmış, halledip dönmüştüm. Hepsini gördüm.
Sahne 4
Babam katil değildi. Teknik olarak tabii öyleydi ama Mehmet’ten başkadı olduğunu zannetmiyorum. Onu da bana duyduğu sevgiyle değil (beni gerçekten sevdiğine inanmıyorum.) sorumluluk duygusuyla nefretin dehşetengiz birleşimiyle öldürmüştü.
Yine anladığım kadarıyla olaylar şöyle gelişti. Mehmet’ten aldığı para tükenenince fazlasını istedi. Böyle devam edemeyeceğinin farkında olan Mehmet yasal olarak çocuğu olduğumu ve hiçbir şey vermek zorunda olmadığını söyledi. Babamın anarşist damarı kabardı, aten Mehmet’in düzgün vatandaş tavırlarından hoşlanmamıştı.
Çocuğunun faşist olmaması konusunda sorumluluk hissedip küçük çaplı operasyonunu planladı. Sonuçta başarılı oldu. Kendisinden şüphelenilmemişti bile. Yine de bir suçluydu o. Karavanla Türkiye’yi gezip arka planda kalmaya çalışıyorduk. Bankaları dolandırarak geçimimizi sağlayacak parayı kazanıyordu. Bilmediği bir şey vardı. Henüz altı yaşıma basmasam da çoktan bir faşist olmuştum.
Hakkını vermeliyim, kötü bir baba değildi. Elinden geldiğince her ihtiyacımı karşılamaya çalıştı. Bir hayduttan beklenmeyecek şekilde fiske bile vurmadı. Tabii asla Mehmet olamazdı. Mehmet’in bana verdiği en değerli şey sevgisiydi ve babamca öldürülmüştü.
Babamdan önemli şeyler öğrendim. Hepsinden önce, otoriteye karşı bir dava adamıydı. İnandıklarım doğrultusunda ne kadar ileri gidebileceğimi göstermiş oldu. Her dönemi farklı şehirde olmak üzere ilk ve orta okulu yanında bitirdim. Başarılıydım, sınavlarda zorlanmadım. En iyi liselerden birini kazandım.
Babam dört sene aynı şehirde kalmayı riskli buluyordu. Bu yüzden yatılı okul hayatım başladı. O sıralar mutluydum. Babam sıkça ziyaretime geliyor veya para gönderiyordu. Artık uzun süreli arkadaşlıklar kurabiliyordum. Dünya siyasetiyle ilgilenmeye başladım. Otuzlar, küreselleşmenin doksanlar yalanı olmaktan çıkıp gerçeğe dönüştüğü yıllardı. Uyduruk ülkelerin, örneğin Kenya, dünyayı takip edebilmesi küreselleşme değildir. Çünkü Kenya yalnızca izleyebilir, büyük oyuna katılamaz. Gerçek küreselleşme Kenya’nın dünyanın geri kalanının imkanlarından yararlanabilmesidir. Gerçek küreselleşme Kenya’nın atom bombası yapabilmesidir.
Teknoloji, süper-güç ve üçüncü-dünya kavramlarını silerken Amerika gibi kaşarlanmış derebeyleri kudretlerini korumalıydı. Anlaşılmıştı ki yeni dünya savaşı başlarsa, soğuk savaş denilen satranç tahtasının şahları arasında olmayacaktı. Savaşın fitilini piyonların efendilerine başkaldırması ateşleyecekti. Özetle, elimizdeki bilgiyi top-tüfeğe dönüştürecek beyinler gerekiyordu. Böylelikle mühendis olmayı kararlaştırdım.
Ve babam tutuklandı.
Sahne 5
Babam, hayatım isimli sahneden inerken, okumaya devam edebilecek parayı biriktirmiştim, burs da alıyordum. Onu ziyaret etmeye ihtiyaç duymadım. Uzun süre karşıma çıkmayacaktı. İşin magazin kısmını merak edenler için söyleyebilirim ki o sıralar bir kız tarafından reddedildim. Gerçekten sevdiğim tek kadındı. Sarı saçlarıyle renkli gözleriyle porselen bebeklere benzetiyordu. Burnu havada olmasa Josephine’im/Eva’m olabilirdi.
Reddedilmemin hayatıma etkisi olmadı. İnsanlardan tiksinmeye başlamadım. Sevdiğim kız yüzüme bakmadığından soykırım yapmadım. Anlamalısınız, bu aşk hikayesi değil. Merak ediyorsanız, bu bir psikolojik-distopya… Zaten genelde karşı cinse duygusal yakınlık hissetmem. Gördüğüm ilk dişi suratının kabuslarımın öznesi olmasındandır. Yanlış anlaşılmasın cinsel olarak kadınlara şehvet duyuyorum ama bu duygusuz, biyolojik bir dürtü…
Lisenin bitmesiyle klasik başarı hikayesini yaşadım. İyi üniversite kazandım, mezun oldum ve sırtımı devlete dayadım. Henüz okurken projelerim ülke çapında konuşuluyordu. Duyulmaya başlanmam böyledir. Babası hapiste, kimsesiz delikanlı, geleceğimiz… Hayırseverler işimi kolaylaştırıyordu. Tabii babamın katakullileriyle Mehmet’in kimsesizliği sayesinde geçmişteki cinayetle ilgimiz anlaşılmamıştı.
Yeryüzündeki yıldız savaşımıza ölüm yıldızını inşa ediyorken durdum ve düşündüm. Neden daha büyük oynamıyorum?
2. Perde: Asım Hiçoğlu İktidarı Ele Geçiriyor
Sahne 1
Aksiyon böylece başladı. Soğuğun peşimi bırakmadığını söylemiştim. Aralık gününde annemce lanetlenmemin üzerinden yirmi beş yıldan fazla geçmişti ki bu defa babam tarafından lanetlendim. Kendisini lisedendir görmüyordum ve salıverildiğinde kış falan değildi.
Yaşam garip tesadüflerle dolu acayip bir fenomendir. Bugün ağustosun kavuruculuğunu yaşarsınız, yarın nükleer kış gelivermiştir. Hatırlatmalıyım ki kimse ölmemişti, en azından doğrudan… Henüz Kont, Ali’nin yaşamını sonlandırmayı kararlaştırmamıştı. Şimdilik soylu efendilerimiz kölelerini kırbaçlıyordu. Haddimizi bilmemiz için cezalandırıyorduk. Eminim Mehmet, milletinin düştüğü hale kahrolurdu.
Sadece karla buzun altında kalmamıştık. Fiziksel ültimatom, tüm teknolojik altyapımızı çökertmişti. Kaos ve anarşi hali yalnızca günler sürse de hepimiz nefretle dolmuştuk. Kutlu hac yolumu hazırlayan da bu toplumsal linç duygusu oldu.
Aslında o günlerde genç adamların iyimserliğine sahiptim. Hepsini yeniden inşa edebileceğimizi biliyordum. Düşmanlarımızın bununla durmayacağını anlamamın sebebiyse oldukça kişisel bir aile dramıydı. Babam, kara yağmur damlalarının sokakları siyaha boyadığı ağustos gününde kapımı çalıp dedi ki:
-Ben geldim evlat. Hiçbir şeyim kalmadı. Paraya ihtiyacım var.
Suratına bön bön baktıktan sonra yıllardır beklettiğim kini dışa vurdum:
-Defol. Seni hayatımda istemiyorum. Sen Mehmet’i öldürdün.
Bunu beklemiyordu. Ölü faşist hatırlanmaya değer bile değildi. Yumruk yemişe döndü ve şöyle dedi:
-Seni ben büyüttüm ve bir kere bile ziyaretime gelmedin. Kazandığın her kuruşta hakkım var. Ödeyeceksin!
Suratımı yumruklayınca yere devrildim. Girdikten sonra kapıyı kapatıp tekmelemeye başladı. Bir yandan da salyalar saçarak konuşuyordu:
-Sana iyi bir ebeveyn olmaya çalıştım. Kılına dokunmadım. Karşılığı bu mu?
Karşımdakinin babam olmadığını anlamıştım. En azından tam anlamıyla babam değildi. Beni yetiştiren adam hapiste yok olmuş ve o gece Mehmet’i öldüren karanlık taraf kontrolü devralmıştı.
Sempatik sinir sistemim savaş veya kaç mekanizmamı etkinleştirdi çünkü ben de ölüyordum. Bacağını yakalayıp dengesini kaybetmesini sağladım, böylece ayağa kalkabildim. Karşı karşıyaydık. Birbirimizin gözlerinin içine bakarken Oidipus’tan bu yana süren kavganın sonuçlanma zamanı gelmişti. İki avcının, babayla oğlun mücadelesi bitiyordu ve birimiz hayatta kalabilirdik.
Yanımdaki sehpanın üzerinde duran kül tablasını kavradım ve üzerime atlayan babamın şakağına indirdim. Acıyla haykırarak yere devrildi. Suratının yarısı parçalanmıştı. Düştüğü yerden doğrulmaya çalışırken şöyle dedi:
-Devlet için çalışan bir faşist olacağını biliyordum. Geç kaldım. Seni o adamın zehirli ideolojisinden kurtaramadım.
Eğilip kulağına fısıldadım:
-Allah belanı versin.
Kahkahalar atarak gözlerini kapadı. O an basit bir gerçeği fark ettim. Bir faşistin davasına, bir teröristin bağlılığına ve bir psikopatın çarpık zihnine sahiptim. Ancak hepsinden tehlikelisi bir mühendisin analitik düşünme becerisiyle hesaplama yeteneğini taşıyordum. Gizlice cesedi imha ettikten sonra risk aldım, işimi bıraktım ve siyasete atıldım.
Artık biliyorsunuz ki ben gerçek bir katilim. Dolaylı yoldan öldürdüklerimin dışında ellerimle babamı katlettim. Sizin gözünüzde daha kötü olacağımı zannetmiyorum. Zaten dokunulmazlığım sayesinde önemli de değil. Ülkeme yaptığım hizmetin bunu telafi ettiğine inanıyorum.
Sahne 2
Siyasetin koca bir kumar masası olduğunu anlamam uzun sürmedi. Kartlarımı doğru yerlere oynayarak kısa sürede yükseldim. Mehmet sağ olsun insanları manipüle edebiliyordum. İktidar partisinin millet vekiliyken birkaç seneye bakan olacağım konuşuluyordu.
Ama mutlu değildim. Yönetimden nefret ediyordum. Vatansever değillerdi, inançlarında samimi değillerdi. Sadece kendi partimden bahsetmiyorum. Ülkenin tepesindekilerin tamamı bürokrasinin kör noktalarına uzanmış kafayı dinleyen avarelerdi. Birbirleriyle kısır döngüde kavga ediyor, sorumluluk almaktan kaçıp işe yaramıyorlardı.
İkinci nükleer kış ekonomimizi çökmenin eşiğine getirdiğinde on senede başbakan olabileceğimden emindim. Peki bunu istiyor muydum? Başbakan ve cumhurbaşkanı birbirlerinin ipini elinde tutan iki kuklayken yeni kısır döngünün içine girmem gerekli miydi?
Dünya karışmak üzereyken, cennet vatan arada harap olma tehlikesindeyken on yılım var mıydı? Doğumuz ve batımızdaki hemitheoslarla sıfır toplamlı bir oyunun içinde değil miydik? Onlar, bizimki gibi şanlı tarihe sahip bir milleti hümanist bombalarıyla cezalandırırken bekleyebilir miydim? Tersleştiğimiz an sahte insan haklarına göre tüm düzenimizi çökertirlerken, bunu da eminim Sam Amca’nın sadistçe gülümsemesiyle yaparlarken bekleyebilir miydim? Diplomatik Darwinizm’in ülkemizi transhümanist evrime kurban etmesini mi bekleyecektim?..
İnisiyatif kullanmaya karar verdim. Üç gün terörist olarak adlandırıldım, ardından gönül rahatlığıyla Anadolu’nun kapılarını kilitleyip anahtarı bana teslim ettiler. Elbette içişlerimize karışmak isteyenler oldu. Kendi aralarında hassas dengeleri olan bu devletlere gerekli karşılığı verdim. Büyük kumarın içindeydik. Her şeyimizi ortaya koydum. Aynı şekilde onların da tüm manevi varlığını masaya taşımış oldum. Topyekün bir dünya savaşı başlatacaktık veya yeni hükümetimizi tanıyacaklardı.
Tabii kendimle memurlarımdan bahsediyorum. Sorumluluğu üstüme alıyorum. Savaşta ölen herkesin kanı elimdedir. Hareketlerimde topu birbirlerine fırlatacak bir kabineyi suçlamam. Ben zor zamanların doğurdu güçlü insanım.
Sahne 3
Böylece sona geliyoruz. Yeni dünya düzeninin korkulan elemanını yarattıktan sonra tüm cephanemizin planlamasını bizzat yaptım. Leonard Cohen’in dediği gibi, silahlarımızın güzelliğiydi rehberim. Ölümü yeryüzüne indirebilecekleri tek tek tasarladım. Planlarını kendim çizdim.
Düşmanlarımız, yani bizi parmağında oynatmaya alışan dış dünya, ambargo üzerine ambargo uyguluyor, üretimimizi durdurmaya çalışıyordu. Bitişinden sonra hayatta kalmamız için çabaladığım dünya savaşını böylece getirmiştim. Çıkarları doğrultusunda bizi destekleyenlerle karşımızda duranlar oldu. Nükleer savaş kaçınılmazdı.
İnsanlığın ortak bir vicdan duygusu vardır. Japonya’daki bir veya iki şehre atom bombası atabilirsiniz, ancak tüm Japon nüfuzunu buhara çeviremezsiniz. Ben, evrimleş veya öl kuralı gereğince insan ahlakımın bir bölümünü kurban ederek Übermensch’e yaklaşmıştım. Bir savaş bekliyorlardı, yapabileceğime inanmıyorlardı.
Ama kendi yaptığım silahlarla, dakikalar içinde hepsini öldürdüm. Arz’ın yarısını yaşanmaz hale getirdim. Hayatta kalmak uğruna, inandığım değerlerin uğruna… Şu anda savaş bitmişse, çocuklarımız büyüyebilecekse, Türk milleti hayattaysa; benim sayemdedir. Ya onlar ya biz noktasındaydık, hem de 19. yüzyıldan beri. Ben yok oluşumuza giden yola duvar ördüm.
Epilog
Büyük kırmızı düğme, başlangıçta mühendislerimin şakasıydı. Her zaman kıyamet butonuna basmaya yazgılı olduğumu farkındaydım. Annemin yaşamı ve beni terk ettiği o meşum kış gününden beri…
Korkmayın, dünyayı doğum günümün bir tezahürüne mahkum etsem de soyumuz bu sonsuz kışı yaşamayacak. Türk evladı, yıldızlara açılacak ve ay yıldızlı bayrağı Samanyolu’nun sarmallarında dalgalandıracak.
Karşılık beklemiyorum. Olmayan çocuklarıma hükümdarlık, kendime mal-mülk istemiyorum. Tek hayalim Merih’in ormanlarını adımlayacak torunlarınızın ismimi hatırlayıp günü geldiğinde şöyle demesidir:
-Asım Hiçoğlu, hiçten doğdu ve uzun ömründe her şeye sahip oldu.