Steampunk Bilimkurgu ve Kitab-ül Hiyel
İnsan, yaşadığı kenti neden sever? Bu soruya çok bilinen bir filmde, yine çok bilinen bir yanıt verir Belediye Başkanı rolündeki oyuncu: “Başka çaresi yoktur da ondan sever…” Çaresiz olduğunu düşünmek yerine, insan yaşadığı yere değer ve anlam katan güzelliklerin de peşine düşmekten alıkoyamaz kendini… Yukarıda değindiğim Vizontele filmi de bu arayışın sonunda ortaya çıkmıştır neticede….
Ben de İzmir’de yaşayan biri olarak, bu şehri benim için daha sevilir hale getirecek şeyler düşünürüm sık sık. Bunlardan birisi, İhsan Oktay Anar’ın bu kentte yaşıyor olmasıdır. Onun da bazen benimle aynı vapura bindiğini, körfezin aynı manzarasına beraber bakıyor olabileceğimizi, ben birşeyler yazmaya çalışırken, onun da masası başında hayalini düşünürüm. Sevdiğim bir yazarla aynı şehirde yaşamak, o şehiri yaşanası kılabilir benim gibiler için. Kafka ile özdeşleşen Prag, Joyce denince akla gelen Dublin, Sartre’ın Paris’i ve daha nicesi, bugün, bu yazarlar artık yaşamıyor olsalar da pekçok insanı kendilerine çekmeye devam etmiyor mu? Orhan Pamuk Nobel’i biraz da İstanbul sayesinde almadı mı?
Yazıyı daha fazla uzatmaksızın sadede geliyorum. Bir bilimkurgu sitesinde, İhsan Oktay Anar’ın İzmir yaşamı ve benim kişisel düşüncelerim değil, onun yazdıkları kendine yer bulsa daha doğru olur, farkındayım.
Bugüne değin yedi güzel eser kaleme almış olan İhsan Oktay Anar, kendisi bir tanım yapılmasını istemese de; tarihin ve hayalin bir potada eritildiği, geçmiş zamanların dili, insanları ve olaylarıyla yeniden canlandığı postmodern eserleriyle, edebiyatımızda ve çok sayıda okurun zihninde, kalbinde haklı bir yer edinmiştir.
Tüm iyi yazarlar gibi, İhsan Oktay Anar’ın kitapları da onun yazdığından fazlasını anlatır okura. Çok katmanlı yapılarıyla, değişik okumalara ve yorumlamalara da açıktır büyük hayalbazın kalemi… Ben bu yazımda, Anar’ın ikinci romanı olan “Kitab-ül Hiyel”i sizlere tanıtmak ve bilimkurgu ile olan yakınlığına dikkat çekmek istiyorum. Adı hem “mekanik” hem de “hileler” kitabı anlamına gelen Kitab-ül Hiyel, üç ana mucit karekterin, yüz yılı biraz aşkın bir zaman dilimini kapsayan yaşamlarını ve icatlarını anlatır. İhsan Oktay Anar kitapta, anlattığı projelerin çizimlerine de ayrıntılı olarak yer vermiştir. Anlatılanların mucit olması, icatların çizimlerine de yer verilmesi, elbette bilimkurgu ile ilişki kurmak için yeterli değildir. Kitab-ül Hiyel’de çok daha fazlası mevcuttur.
Bilimkurgu alternatif bir tarih yazımını da kapsar. Hatta bir adım ötesinde; “bugün yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olan elektrik, elektronik ve bilgisayar teknolojisindeki ilerlemeler, hızla dijitalleşen dünyamız, böyle olmasaydı, nasıl bir yaşam olurdu?” sorundan yola çıkan bilimkurgucular, “Steampunk” adıyla bir alt tür olarak kabul gören çok sayıda eseri ortaya çıkarmıştır.
NEDİR BU STEAMPUNK?
1980’lerde başlayan Steampunk Bilimkurgu’yu, 19. Yüzyıla kadar geri götüren, Jules Verne, H.G. Wells, Mary Shelly gibi yazarlara dayandıranlar da var. Zira bu yazarlar o tarihlerde bilimi kurgularken, günümüz teknolojisinden mahrum oldukları için, hayallerinin sınırlarını analog cihazlarla çizmişlerdi. Dijital yerine analog’un hüküm sürdüğü Steampunk Bilimkurgu, mekaniğe yaslanan makinaların hüküm sürdüğü dünyaları anlatır. Sinemada da örnekleri bulunan türü, “Vahşi Vahşi Batı” gibi filmlerden hatırlayabiliriz.
Tam da bu noktada Kitab-ül Hiyel’in hem “mekanik” hem de “hileler” kitabı anlamına geldiğini bir kez daha yinelemekte yarar görüyor ve romana geri dönüyorum. Mekaniğin hüküm sürdüğü Osmanlı’da geçen olayları, bir meddah marifetiyle anlatan İhsan Oktay Anar, Osmanlıca’yla yoğurduğu diliyle, mekanikte olduğu kadar üslupta da hünerli olduğunu gözler önüne seriyor.
Genel olarak özetlemek istenirse, roman Yâfes adlı gencin hikayesiyle başlar.
YÂFES ÇELEBİ’NİN YAŞAMI VE İCÂDLARI
Yâfes, Demirciler çarsısına çırak olarak girer ve kısa sürede Zülfikâr kıvamında bir kılıç yapmayı başarır. Bu başarısı sayesinde kendi dükkanını açar. İşinde yenilikler yapmaya heveslenen Yâfes Çelebi makası andıran tuhaf bir kılıç yapar, fakat bu durum çarşı esnafı tarafından hoş karşılanmaz. Şikayetler sonucunda Yâfes Çelebi’nin dükkanı kapanır ve bir süre Galata’da avare kalır.
Yafes Çelebi’ye göre tek güç yani iktidar makinelere hükmetmektir. Bu nedenle padişaha makinelerden olusan bir tebaa oluşturmak istemektedir. Bir süre sonra Tophane’de Tersane eminliğine dökümcü olarak girer. Tek isteği Mühendishane-i Bahrîye’ye girerek orada hiyel ilmini öğrenmektir. Bu doğrultuda tersanedeki Frenk mühendisin gözüne girmeyi önce başarır. Fakat; çalısmaları sonunda suyla temas eder etmez patlayan, ‘budasyom’ adlı maddeyi keşfeder ve bu maddenin sırrını öğrenmek isteyen Frenk mühendisi öldürür. Ardından da mühendishaneden uzaklaştırılır.
Yine beş kuruşsuz avare kalan Yafes Çelebi, hem karada hem de denizde ilerleyebilen “debbâbe” adlı bir savaş aracı tasarlar. Bu projesini gerçekleştirebilmek için para bulması gerekmektedir. Bir gün Galata’da içerken Zencefil Çelebi’yle tanışır ve ortak olurlar. İki yüz altına mâl olmasını bekledikleri “debbâbe”, Zencefil Çelebi’ye üç yüz elli altına mâl olur. Fakat aracı yapmak yetmez, bir de berat alınması gerekmektedir. Zencefil Çelebi bu belgeyi almak için aylarca uğraşmasına rağmen, bir türlü Bayezid’deki Hiyel Kalemi Reisi Uzun İhsan Efendi’ye ulaşamaz.
Yafes Çelebi başka projelerin peşinde koşmaya devam eder. Yaptığı elektrik yüklü Leyden Şisesi ile başına bela olan bir yeniçeriyi öldürür. Hırsız saksağanların çaldığı altın ve gümüşleri, elmasları ve zümrütleri yuvalardan toplayan Yâfes Çelebi, böylece geçinip giderken, bir taraftan da çift namlulu bir top geliştirir. Bu toplardan ilkini gemiler için tasarlar ve adına “düsahî” der. Bir diğerini süvariler için tasarlar, ona da Zülkarneyn adını verir.
Yine de yaptığı icatları hiyel kalemine kabul ettirememektedir. Bir savaş gemisini batıran icadı “Kallab” sayesinde Alemdar Mustafa Paşa’ya ulaşır. Paşa, Yâfes Çelebi’ye inanır ve ona iki bin kuruş ödenek bağlar. Tam Yafes’in talihi dönecek iken, yeniçeriler ayaklanar ve bu ayaklanmada paşa da ölür. Yâfes Çelebi tekrar başa döner. Artık yaşı ilerlediği için esir pazarından güçlü kuvvetli bir köle alır. Bu kölenin adı Calûd’dur.
Calûd ile birlikte eve kapanan Yafes Çelebi, “Tahtelbahir”i tasarlamaya başlar. Uzun İhsan Efendi’den gerekli belgeleri alabilmekiçin de, oğullarından Davud’u kaçırır. Amacı şantaj yapmak olan Yafes Çelebi, yine yanılır ve Davud hep onunla kalır. Projelerini yapabilmek için para arayışında olan Yafes Çelebi, Galatalı tefecilerden yıllığı % 17 faizle 2950 kuruşu, evini ioptek ettirerek alır. Calûd ile beraber “Tahtelbahir” adını verdiği denizaltıyı tamamlar. Amacı bu araçla Haliç’te padisahın karşısına çıkabilmektir. Padişahın geçeceği günün bir gece öncesinde araçla suya dalan Yâfes Çelebi, başarılı olamaz ve ölümden döner. Artık hiyel ilmine tövbe etmiştir.
CALÛD’UN HIRS DOLU YAŞAMI
Romanın ikinci bölümde Calûd’un hiyel ilmine merakı ve hayatı anlatılır. Yâfes Çelebi hiyel ilmine tövbe ettikten sonra, bütün çalısmalarını yakması için Calûd’a vermistir. Fakat Calûd o çalısmalar yakmak yerine okumayı tercih eder. Tabiata yön veren kuvvetlere söz geçirmenin yolunun rakamlar ve onların bilimi olan riyazat olduğuna karar verir.
Yâfes, Calûd’u sünnet olması ve düzgün bir işe girmesi koşuluyla azat eder. Bir saatçide çalışmaya başlayan Cal’ud bir gün Yâfes Çelebi’nin odasına girdiğinde onun saydam bir taşı, Büyük İskender’ait iktidar taşını avucunda tuttuğunu görür. O günden sonra Calûd, hiyel ilmine geri döner. Bir devridaim makinesini tasarlar fakat makina çalışmaz. Calûd icadı için, ustasından yardım ister ama umduğunu bulamaz. Calûd, efendisinin devridaimin sırrını bildiğine ve ona vermediğine inanır. Bu durum onda saplantı olur. Uzun yalvarmalar sonunda Yâfes Çelebi’yi ikna eder. Yâfes, Calûd’e bu sırrı asla kullanmaması ve sürekli kafasında tasıması, ayrıca kırk gece boyunca evin bodrumunda ona yapacaklarına dayanması koşuluyla vermeyi kabul eder. Kırk gece süren işkencelerin sonunda Yâfes Çelebi ona, “devri daimin sırrına artık sahip olduğunu ve bu sırrı mektepte medresede değil, kafasında araması gerektiğini” söyler.
Ustasının ölümünden sonra da yıllarca tabiatın yedi kuvveti üzerinde düşünen Celûd, hiçbir yakıt olmaksızın sonsuza dek çalışacak makinenin peşinde, zürriyetini bütün dünyaya yayma hayallerine kapılır. Fakat içtiği bir sıvı erkekliğinin kangren olup kesilmesine neden olur. İktidarsız Calûd, intikam hisleriyle ‘Yılan’ olarak adlandırdığı bir makine yapmaya koyulur. Ustası gibi yaşı ilerlediğinde yanına bir yardımcı almaya karar veren Celûd, İstanbul Sanayi Mektebi öğrencilerinden Üzeyir’i yanına çırak olarak alır.
Üzeyir’e bildiği herşeyi öğretme ve kendi hayallerini gerçekleştirme hırsına kapılan Celûd, Üzeyir’in evden dışarı çıkmasına asla izin vermez.Yıllarca Davud’a ve Üzeyir’e eziyet eder. Bu eziyetler sırasında hiç ağlamayan Davud’u ağlatır. Davud, üzüntüsünden elinde tuttuğu iktidar taşı ile Calûd’u yaralar. Calûd Üzeyir’den ustası Yâfes Çelebi’nin vasiyeti gereği öldükten sonra saçını kazımasını ister. Bu vasiyeti yerine getiren Üzeyir, yıllar önce, devri daimin esrarını öğrenmek için evin bodrumunda kırk gün kırk gece kalıp eziyet çekmeyi kabul ettiği sıralarda, Yâfes Çelebi’nin iğne ve mürekkeple Celûd’un kafasına dövdüğü dövmeyi böylece görmüştür.
ÜZEYİR İLE ‘NOKTA’LANAN HİKAYE
Romanın üçüncü ve son bölümünde hiyel ustası Üzeyir Bey’in hayatını anlatır. Üzeyir, Kara Calûd tarafından öylesine korkak ve sünepe yetiştirilmiştir ki; Calûd öldükten sonra da evden çıkmaya cesaret edemez. Evin tüm dış işlerini Davud görmektedir. Calûd, kendisini ustasının bitiremediği projeyi tamamlamaya adamıştır.
Üzeyir yapacağı dev yılanı, kendisini, dünyayı dolduran canavarlara karşı koruyabilecek tek silah olarak görmektedir. Üzeyir, üzerinde çalıştığı canavarı korkunç silahlarla donatarak geliştirir. Çalışmalarının başkasının eline geçmemesi için de her şeyi yakar. Böylece bu silahla ilgili bütün bilgileri sadece kendisi bilecektir.
Bir gün Hiyel Kalemi Reisi Uzun İhsan Efendi, yıllar önce Yâfes Çelebi tarafından kaçırılan oğlu Davud’u almaya gelir. Oğlunu götürürken, Üzeyir’i de evine davet eder. Fakat Üzeyir evden çıkmamaya ve silah üzerinde çalışmaya devam eder. Yine birgün makineyi düsünürken, canavarın kendi zihninde değil, asıl kendisinin canavarın içinde hapsolduğunu fark eder: Pişmanlığa kapılan Üzeyir, zihnindeki her şeyi unutur. Çünkü makine kendi kendini yemekte ve kendini yok etmektedir. Herşeyi unutunca yeniden doğmuş gibi boş bir zihinle sokaklaras çıkan Üzeyir, İhsan Efendi’nin evini bulur.
Ondan kendisinin, yaşadığı evin, evde izlerini bulduğu ölmüş kişilerin hikâyelerini öğrenmek için yardım ister. Uzun İhsan Efendi, Üzeyir’e içinde her şeyin yazılı olduğu bir defter verir. Defterde sadece bir nokta vardır. Üzeyir Bey tahayyül ile tahayyül arasındaki osmanlıca yazılış farkını bu nokta sayesinde öğrenir.
Yüz on bir yıl önce Yâfes Çelebinin yaptığı ipotek anlaşması sebebiyle evden ayrılmak zorunda kalır. Evdeki son gecesinde odaları dolaşırken Calûd’un odasındaki mangalda iktidar taşını görür. Sabaha kadar bu taşla uğraşan Üzeyir, bir nokta kadar basitti dediği devri daimin sırrını bulur.
SELAM OLSUN UZUN İHSAN EFENDİ’YE
İhsan Oktay Anar’ın romanlarında, hiç şüphesizki alışık olmadığımız çok sayıda olayla karşılaşırız. Büyük bir ustalıkla girift olay örgüleri kurgulayan yazar, çok sayıda karakteri bu örgü içerisinde hünerle birbirine bağlar. Sadece roman içinde değil, diğer romanlarıyla da dil ve atmosfer birlikteliğinin yanı sıra, karekter ortaklıkları da kurar. İlk romanı Puslu Kıtalar Atlası’ndan tanıdığımız Uzun İhsan Efendi, (İhsan Oktay Anar’ın bizzat kendisidir diyen de çoktur) bu romanda da karşımıza çıkar ve hayalbazlara yoldaş olur. Kendine özgü dili ve anlatım tarzıyla, edebiyatımızda ayrıcalıklı bir yeri olan İhsan Oktay Anar’ın romanlarından alınacak haz, sadece olaylar ile sınırlı değildir. Zihninde yeni dünyalara yer olan tüm edebiyat tutkunlarına, İhsan Oktay Anar’ın anlatığı ve umarım ki anlatacağı daha çok şey var…